ŞEHİR, DİN VE KÜLTÜR
Bu üç kelime, telaffuzu kolay, fakat manası çok geniş ve ihatalı olan üç kelimedir. Bu kelimeler arasındaki bağı doğru kurabilmek için, evvela yeryüzündeki tüm çalışmaların sadece insan için olduğunu kabul etmek lazımdır. Tüm çalışmaların, neden sadece insan için olduğunu anlayabilmek için ise, insanın yaratılmışlar arasındaki yerini ve onun vasıflarını iyi tespit etmek gerekir. Mahlûkatı şöyle bir tasnife tabi tutmak mümkündür. Mahlûkat evvela iki kısma ayrılır:
1. Latîf mahlûklar (yoğunluğu olmayan mahlûklar)
2. Kesîf mahlûklar(yoğunluğu olan mahlûklar)
Kesîf mahlûklar da ikiye ayrılır:
1)Zîhayat (hayatı olan mahlûklar)
2)Câmid (hayatı olmayan mahlûklar)
Zîhayat (hayatı olan) mahlûkatı da iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
a)Hayvanlar: Özel aletler yardımıyla görebildiğimiz virüslerden, denizleri taşıran balinalara varıncaya kadar.
b)Nebatlar (Bitkiler): Özel aletlerle görebildiğimiz bakterilerden, göklere set çeken ekvator ağaçlarına kadar.
İşte insan bu mahlûkat arasında kesîf, canlı ve hayatiyeti itibariyle hayvani karaktere sahip mahlûkattandır.
İnsanı benzer karakterdeki diğer hayvanlardan ayırabilmek için, insanı diğerlerinden farklı kılan ayırıcı özelliğini belirterek tarifini yapmak gerekir.
Muhtelif ihtisas sahipleri, insanı kendi ihtisas sahalarına göre tarif etmişlerse de, bu tarifler efradını câmi, ağyârını mani olmaktan uzaktır.
Mesela mantıkçılar insanı, ‘konuşan bir hayvandır’ şeklinde tarif ederken, içtimaiyatçılar ‘sosyal bir hayvandır’ şeklinde tarif etmişlerdir.
Ancak bu tariflerin insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği yoktur. Çünkü bu özellikler diğer hayvanlarda da bulunabilmektedir.
İnsanı diğerlerinden ayıran noksansız bir tarif vardır ki bu da İslam’ın tarifidir.
‘İNSAN MÜKELLEF BİR MAHLÛKTUR’
Mükellefiyet (yükümlülük) kesîf mahlûkat arasında yalnız insan için vardır. Diğer mahlûkat, insanın mükellefiyetini ifa için emrine verilmiş (musahhar) varlıklardır.
Hal böyle olunca görülüyor ki, her çalışma ve her hareket ancak insan için olacaktır.
ŞEHİR, insan hayatının devam edebilmesi için, şehir hayatının ihtiyaç duyduğu, bütün birimlerini tamamlamış olan yerleşim merkezinin adıdır.
Bu yerleşim merkezinde, insan hayatının devamı için gereken ihtiyaçlar, zorlayıcı bir sistemin içinde değil; huzur, sükûn ve mutluluk içinde temin edilmelidir ki o yerleşim merkezine şehir denebilsin.
DİN, itikadi, ameli, ahlaki, fikri ve içtimai kaidelerin tümüdür.
Bu kaideler, ALLAH tarafından konulup, bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş ise hak dinleri, insanlar tarafından vazolunmuş ise batıl dinleri teşkil eder. Yaratılış itibariyle insan sadece kan, kemik ve etten ibaret değildir. Yaratılıştan bir takım duygular vardır ki, bu duyguların tümü tam olarak ve rencide olmaksızın tatmin edilmedikçe insanoğlu mutlu olamaz.
Bu duygular görme, işitme gibi maddi duygular ya da sevgi, şevkat, merhamet, nefret gibi -tatmini için vücutta özel bir organı olmayan- manevi duygulardır.
Eğer insan bir yerde duygularından birinin tatminini buluyor ama o duyguyu tatmin ederken diğer duyguları inciniyorsa, o yer insan için doğru hazırlanmış bir yer değildir.
DİN, insana, kendi düşünceleri ile bulamayacağı bu tatmin yolları ve onun kaidelerini peygamberinin tebliği ile öğreten bir müessesedir.
Zamanımızda, mana ve tarifini bilmeden din ve şeriata karşı çıkan bir takım kimseleri görüyoruz. Bu tür davranışlarla meşgul olmak, hatta cevap vermeye kalkışmak dahi gereksizdir.
Eğitimden diğer bütün ihtiyaçlara kadar, bunların doğru olarak bilinmesi, tatbik imkânlarının temini ve bu imkânların insanın emrine sunulması şehir içinde olur. Ancak ihtiyaçları temin ve tatmin ederken, buna engel olacak her türlü fesat ve bozuklukların o ortamdan arıtılarak aynı zamanda ortamın da korunması gerekli noktalardandır. İşte bu esaslar içinde, fertlerin öğrenip, tatbik edip unutması; tekrar öğrenip, tatbik edip unutulması; tekrar öğrenip, tatbik edip yeniden unutulması ve bu unutmaların ardından toplumda kalan ve fertlerden asla ayrılmayan, onlarda, et, kemik, kan, haline gelen bilgi, davranış, duyuş, karakter, haz ve nefretten oluşan bir birikim vardır. Buna toplumun kültürü denir. Kültür, fertlere ters düşmeyen müesseselerle yaşanır ve yaşatılır; ancak o müesseselerin devamı ile korunabilir.
HİCRET NEDİR?
Hicri yıl, herhangi bir zamanın akışı içinde zamanın başlangıcını tayin etmekten ibaret değildir.
Hicret ile mühim bir vak’a meydana gelmiştir; o da “hicret vak’a”sıdır.
Küfrü ortadan kaldıran bir nizama çağıran, kendi memleketi olan Mekke-i Mükerreme’de ehl-i Mekke tarafından vazifesi yaptırılamaz hale gelmiştir.
Hz. Rasulullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ehl-i Mekke’nin akrabası ve en yakını idi. Buna rağmen, ilim getiren bu nura ehl-i Mekke’nin gözleri dayanamamış, kamaşmış ve perişan olmuştur. Ne yapacaklarını bilemez hale gelen müşrikler, “bizim putlarımızı ortadan kaldıracak” diye Peygamberimize her türlü zulmü reva görmüşlerdir.
O sırada bir belde çıkmış, oradan bir gurup insan gelerek:
‘ Gel Yâ Resûl! Senin asıl yuvan burası, bizim bağrımız sana açıktır. Biz sana, senin yanında Allah’a hizmete hazırız. O’na kul olmaya talibiz.’
diyerek Hz. Rasulullâh’ı kendi memleketine davet etmiştir.
Cahiliye devrinin cehli ve cehaletin en şiddetli hali müminleri kendi vatanında oturamaz hale getirdiğinden, şirkin ortadan kaldırılarak küfrün yok edilmesi, yerine iman ve tevhidin konması için mü’minlerin attıkları ilk adımın adıdır HİCRET…
Hicret, geçim düşüncesi ile, gelişigüzel bir memleketten başka bir memlekete gitmek değildir.
Hicret, Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye gitmekten ibaret değildir.
Bu hicret, küfürden imana dönüştür; zulmetten nura dönüştür; vahşetten medeniyete dönüştür; behîmîyetten insaniyete dönüştür.
Bu hicret, nizamın hicretidir; insanların nizama ve kulluğa hicretidir; kinden ve buğzdan ve nefretten sevgiye ve şefkate dönüştür; yer yüzünde güzelliklerin hakimiyetine dönüştür; vahşet anlayışından imanın ve İslam’ın hak anlayışına dönüştür; ahlakın ve faziletin anlayışına dönüştür; insanların kendi düşünceleri ile hareketlerini idare gafletinden, Allah’ın emri ile düzenlenmiş nizama dönüştür.
Memleketleri terk etmek kolay, ama düşünceleri terk etmek zordur.
İnsanın evini bir yerden başka bir yere taşımasını düşünün! Kolay iş midir?
O müminler öyle bir anlayışa ulaşmışlar ki “bu nizam benim nizamım” demişse eğer; evladını ailesini varını yoğunu memleketini terk etmişler “hepsi olmadan ben olurum ama kul olmadan olamam” demişlerdir.
Hicret, bu bugüne kadar yeryüzünün görmediği ve tanımadığı büyük bir göçtür.
Hicret, bedenlerin Mekke’den Medine’ye göçü değil, mânânın ve ruhun göçüdür.
Hicret zamanında herkesin karşı çıktığı bu imana sahip insanların Rabbi olan Yüce Mevlâmız, elbette bizim de rabbimizdir. Eğer biz de, nefsani duygulardan sıyrılıp İslâmiyet’e kendi nefsimizde, düşüncelerimizde ve ruhumuzda göç edebilirsek o muhacirlerin şerefine ulaşabiliriz. İnşallah…
Cenâb-ı Hak bizleri bu nurdan ve bu faziletten uzak tutmayıversin. Âmîn âmîn âmîn… İbrahim EKEN (4. Mart. 2003, KAYSERİ)
KUL İBRAHİMDEN SEÇMELER
Eğitim bir alışkanlık işidir. Eğitim, doğru iyi ve güzeli hem kendi hem de başkalarının amellerinde koruma alışkanlığına denir.
İnsana (ferde) bütün amallerinde başkalarına zarar vermeden yaşama alışkanlığı vermek eğitimin zorunlu kısmıdır.
İnsana (ferde) başkalarına faydalı olma alışkanlığını vermek ise, eğitimin ihtiyari kısmını teşkil eder.
Eğer dini akla göre yaşamak gerekse idi, mesh vermenin ayağın üstüne değil altına yapılması icap ederdi.
İlim, bir şuur işidir. İnsanla et kemik gibi bütünleşerek yaşam biçimi (şuur/bilinç) haline gelmeyen ilim kuru malumattır.
Kütüphaneler aklın zor anlayacağı bilgileri içeren kitaplarla doludur; ama kitaplıklar alim değildir.
Hediye, verdiğimiz kişinin ağırlığınca olur. Küçücük bir mendil hediye olabilir, ama o kişiye (mevkiine) yakışır olmalıdır.
Hayat, tatlı hayallerin acı hatıraları; acı vakaların tatlı hatıraları ile doludur.
Söz, taş olup baş yarmamalı, insanların üzerinden bir yükü almalıdır. Kalblere ferahlık vermeli ve insanların sıkıntısını gidermelidir. Bundan gayrisi behîm bağırışıdır.
İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır.
İlmi bilmez, ilme düşman olur; alimi bilmez, alime düşman olur.
Yanlışın inceliklerini bilmek gerekmez, ama İslâm’ın inceliklerini bilmek gerekir. Biz hep yanlışları anlatarak doğruyu “bu değildir” diyerek göstermeye çalışıyoruz. Yüzlerce yanlışı göstermek doğruyu tespit etmez. Bu yaklaşım, sadece yanlışın yolunu öğretmek olur.
Evlât; yedi yaşına kadar koklanacak bir fesleğen; on dört yaşına kadar sadık bir hizmetçi; yirmi bir yaşına kadar vakur bir amir; yirmi bir yaşından sonra yenilmez bir düşmandır.
Düşmanın düşmanı dost olurmuş ya, o nedenle torunlar çok sevilir. (Hacı Mehmet Efendi )
Koruma iki şekilde olur:
1) Üstad, kişiyi kendisine düşman olan şeylerden uzaklaştırır;
2) Gelişmesini temin edecek faaliyetlere sevk eder.
Karıncalar devlerin yanında görünemedikleri için onları devirir üstüne çıkarlar ve böylece dev görünürler.
Kişilik, bütün amellerde için ve dışın Yüce Allah’ın emirlerine mutabakatıdır.
Akıllar pazara çıkarılmış, herkes kendi aklına pey sürmüş.
Demek oluyor ki, edebe ve yüksek terbiyeye istinat etmeyen bilgi hiçten ibarettir. Bu bilgi -ister dini bilgi,ister dünya bilgisi olsun- sahibini kurtaramaz. Kişi,hangi derece ve mertebeye ulaşırsa ulaşsın edebi terk etti mi, mutlaka helak olur.
Kulluk-edep: Mâ-fevkini çok görmemek, mâ-dûnunu hor görmemek, herkesi hâli üzere hoş görüp mahlûka Hâlikının hatırı için merhamet edip sevmeye edep denir.
Akıl Yüce Rabbisini nasıl idrak eder? Akıl, O’nun mahlukâtını idrakten aciz iken…
Elli seneden beri vaaz ediyorum. Bir tek Hıristiyan örneği vermedim. Yalnız sahabîlerden ve Müslümanlardan, İslam büyüklerinden örnekler verdim. İslam emirlerinde Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in takdiri kâfidir.
Carlayl’ın takdirinden bize ne? Hakikaten takdir etseydi Müslüman olurdu!
Doğruluğu yalnız Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’de arayacağız. Başka bir yerde aramak bizi zaafa düşürür.
Başkasının eksiğinden sana ne? Senin neyin var onu göster bana!
Bize Müslümanlık vasfı yetmiyor mu?
Bir insan kul olmadan esirdir. Üzerimizdeki tüm sultaları atmadan kul olamayız. Hürriyet, ancak Allah sultasında mümkün olur.
Varlığınızı başkalarının harabeleri üzerine inşa etmeyiniz.
Müslümanlık’ta “görüş” olmaz.
Emr-i Peygamberî olur; biz onu tebliğ ederiz.
Sizin kanunlarınızla hak talep etmem.
Nizam için “bozuk” ifadesi kullanılamaz; nizamsa bozuk olmaz.
Hakikatın “en hakiki” hali olamaz; bir şey ya hakikidir ya değildir.
Hayal, sonu hüzün veren boşluktur.
Kız çocuklarımıza, “ileride ne olacaksın?” dediklerinde “Evimin hanımı ve Hz. Fatma gibi anne olacağım” diyebilmeyi öğretmeliyiz.
Başkasının suçu, sizin suçunuza sebep olmasın.
İnsan üstadın dizi dibinde yetişir; sonradan kitaplar geliştirir kişiyi.
Mutlaka doğruyu yapamayabiliriz, ama yanlışı yapmamaya mecburuz.
Tatbik edecek adama ihtimaller anlatılmaz, kesin şeyler anlatılır. Halk, amel edecektir. İhtilaf, ilim adamını ilgilendirir.
Her husustaki talepte bir iştiha vardır.
İddia sahibi olmamak, yerde sürünen karıncayı hilkat itibariyle kendinden farksız görebilmekle mümkündür.
Müslümanlık ubudiyettir(kulluktur). Davada ulûhiyet iddiası kokusu vardır.
Yeryüzünde kusursuz insan ararsanız hiç kimsesiz kalırsınız.
Sözleri arasında ilimle irtibatı kesik olan delidir.
“Ben kendimi düzelteceğim?” deme; düzeltme Allah’a mahsustur. Biz kul olmakla (ubûdiyetle) vazifeliyiz.
Reform, mücerret bozuk olan fikirlerde düzeltme yapmak ve yeniden şekillendirmek demektir. Bu sebeple bu kelime İslam’a nispet edilemez.
Hırsızlık eden aşağılanmaz; “hırsızlık” aşağılanır. Kötülük eden aşağılanmaz, kötülük aşağılanır. Kâfir aşağılanmaz, küfür aşağılanır. Aşağılanan insanın kendisi olamaz, ameli olur.
Eskiden sinema ve tiyatronun önünden geçmek ayıptı. Müslümanlar haç filimleri ile sinemaya girdi. Artık utanma kalktı ve Müslümanlar sinemaya gider oldular.
“Ben ihtisas sahiplerinin sözüne göre hareket edip ilacımı içiyorum.”
Ne kadar dostu olursa olsun, Yüce Allah kulunu bir kulunun seveceğinden çok sever.
“Kardeşimdir” diyerek isyana yardımcı olunmaz.
Denize düşmüş bir adamı deniz boğarsa suç denizin değildir. Zira o suyu fincanda gördü de kaşıkla içti. Eğer kendi nefsini denizi kapsayacak şekilde terbiye etse idi, deniz onu boğamazdı.
Beyaz sakal ecelden haber getirir; bükülmüş bel ölümden selam verir.
İnsan değerini, yalnız Yüce Allah’a olan meyliyle kazanır.
Evlat sevgisi, onu Yüce Allah’ın emrinde korumaya çalışmakla olur.
Yalnız kötülüğün değil iyiliğin bühtanı da yanlış.
Yeryüzünde eşit iki şey yoktur, atomlarda hücrelerde bile.
Bir insan hatasını dört kişiden anlar:
1) Üstadlarından;
2) Salih insanlardan;
3) Âsi insanların isyanından;
4) Düşmanlarından.
İyilik, Allah emrinde muhafaza etmekle olur.
Kanunu bilmemek, suça özür teşkil etmez.
Toplantı varsa, verilen selamı toplantıya riyaset eden alır.
Her ne yüzle baksa göz âyinede (aynada) kendin görür;
Vechini (yüzünü) pak eyle kim, mir’âta (aynaya) bühtan olmasın. ( Osman Kemalî Dede)
Dikkat ederseniz doğruyu öğrenirsiniz.
Sözüm cehlim kadar yanlış, idrakim kadar eksik.
İnsan mutlak anlamda cahildir. Yer ve gökler ilim dolu olsaydı Eken hocanın ilmi gözle görülemeyecek bir zerre olacaktı. İlimde bir zerre bile değilim; bir zerre kabul edersek bildiğim o zerre içindedir. Bildiklerimin yanında bilmediklerim yer ve gökler kadardır.
Bir şey hangi maksatla vaz’ olunmuşsa vaz’ olunduğu yerden başka yere koymaya “zülüm” denir. Emir olunanı yapınca zulümden kaçmış oluruz.
Olması gereken gibi olun!
“Ben biliyorum!” demeyin hidayet dileyin.
Esas örtü kalbin takvasıdır; dışını örtmüşsün, ya kalbin!?
Bir başkanınsın eksiğini arayıcı olma! Onun eksiği seni tamamlamaz; sen tamam olmaya bak!
Rasûllullâh (sallalâhu aleyhi vesellem)’in aklını beğenme alışkanlığını kazanmak gerekir.
“Nasıl unutmuyorsun” dediler, “Öğreniyorum” dedim.
Köle olduğumuzun, bekçi olduğumuzun, emanetçi olduğumuzun farkında olmak zorundayız.
Âmir-i mutlak Yüce Allah’tır. Memuriyetini bilemeyen İslami şuura eremez.
Herkes Yüce Allah’ın emrine sarılırsa nizam tahakkuk eder.
Mükafâta talip olmak makamı yok eder.
Bir yer ki, Allah a isyan ediliyor, bir şey ki onda Allah’a isyan var oradan kaçın.
Bir partide çalışan doğru insanlar vardır ve doğru sıfatı onlara aittir, partiye değil.